27 Kasım 2015 Cuma

Şırnak - Siirt Yol Notları - 5

Haydi biraz Cizre'de gezelim mi?


Aslında bugün Cizre içinde çok kötü ve tarihi dokuyu yıpratan bir yapılaşma mevcuttur, hemen hemen Türkiye’nin ne yazık ki her yerinde olduğu gibi.
Her şehirde adet olduğu gibi Cizre’de de eski yerleşim birimlerinin etrafını çeviren surlar olduğunu biliyoruz. Çok yıpranmış ve günümüze tamamen gelememiş olan bu surlar aslında tüm diğer şehirlerdekinden çok farklı bir özellik gösterir.

Anadolu’da neolitik dönemden beri süre gelen bir adet vardır. Kale olarak adlandırdığımız ve yönetici kadronun yerleştiği, dini ve idari binaların da içinde olduğu yapay ya da doğal bir yüksek alan surlarla çevrilidir ve belirli yönlere bakan kapıları vardır. Kale’nin alt kısmında kamu binaları ve şehir yerleşimi yer alır, bu da surlarla çevrilidir ve bu surlar da şehir surlarıdır. Şehir surlarının da belli yönlere bakan kapıları olur. Bu alt surların dışında da yine yerleşim yerleri, tarlalar vs bulunur.

Bu sistemi Anadolu’da hemen hemen her yerde görürsünüz. Genelde hemen hepsi de daire şeklindedir mümkün olduğunca.

Cizre surları ise bambaşka bir özellik taşırlar. Tevrat’ta anlatılan Nuh’un gemisinin özelliklerini taşıyarak yapılmışlardır ve Cizre hava fotoğraflarına baktığınızda sur kalıntıları gayet bariz bir şekilde görünür. Güney kısımdaki surlar geniştir ve Kuzey’e gelen Dicle kıyısındaki surlar gemi burnu şeklinde ve sivri olarak yapılmıştır. Çok ilginç bir detaydır bu. Tabii yörenin bir özelliği olan bazalt taş kullanılmıştır surların yapımında ama ne yazık ki, surlar yüzyıllar boyunca oldukça hırpalanmış ve günümüze kadar iyi bir şekilde gelememiştir. Bence bu konu ivedilikle ele alınmalı ve Cizre surları dünyada eşi benzeri olmayan şehir surları olarak onarılıp ayağa kaldırılmalıdır. Bu surların iki kapısı var bildiğimiz. Deşt Kapısı denen Bağdat Kapısı ve Tor Kapısı denen Diyarbakır-Mardin Kapısı.

Cizre Kalesi pek iyi durumda olmasa da biraz daha korunaklı halde. Şehirde illâ hem surların hem de kalenin MÖ 4000’lerde yapıldığına dair bir söylem vardır. Aslında şehir surları o tarihlere hatta belki de daha eskilere kadar bile gidebilir ama günümüze ulaşan kısımlar asla o kadar eski olamaz. Zaten her yönetim ve idare değişimiyle, o dönemin anlayışına göre, stratejik tavrına ve teknolojisine göre elden geçirilmiştir her yerde surlar. Savaşlar görmüştür şehirler, yıkılmış, hırpalanmış ve onarılmıştır surlar vs. Benim gördüğüm Cizre Kalesi bugünkü hali 12. yy onarımı. Daha eski değil.

Hamidiye Alayları Kışla Binası:


Bugünlerde restorasyonda olan bir tarihi eser. Aslında Osmanlı tarihinin ne yazık ki pek de hayırla anılmayacak işlerinden biridir Hamidiye Alayları ve onun kışlaları. Sultan Abdülhamit döneminde 1892’den sonra Cizre’de kurulan Hamidiye Alayları Komutanı Mustafa Paşa tarafından yaptırılmıştır. İki katlı ve mahzeni de olan binayı Mustafa Paşa yönetim binası olarak kullanmış. Binanın girişi doğuya bakıyor ve şimdilerde hummalı bir restorasyon çalışması var, gerek bu binada gerekse kalede. Bina kalker taşla yapılmış.

Binanın hemen yanındaki alanda kazılar yapılıyor. Benim gördüğüm kadarıyla Bizans’tan Osmanlı’ya çeşitli katmanlar var kale içi kazılarında.


Kalenin surları da buradan gayet iyi bir şekilde görülüyor. Kazıların yapıldığı yerde bir saray binası olduğunu biliyoruz. Kalenin en yüksek surlarının olduğu yerde, Dicle Nehri’ne bakan kısımda olmuş olmaları gerekir bu binaların ve kalıntıları incelediğimde gördüğüm, bu binaların oldukça yüksek olmaları gerektiği.

Develer Hanı:

Oralara gitmeden önce Develer Hanı tabir edilen bir yapıya giriyorsunuz. Aslında ismine bakılınca deve kervanlarındaki hayvanların burada kaldığı düşünülebilir. Oldukça uzun ve geniş bir yapı bu. Üzeri de beşik tonoz tavanla örtülü. Bence bu bina farklı amaçlarla yapılmıştı. Develerden ziyade insanların, belki kervan sahiplerinin konaklaması için düşünülmüş ve kullanılmıştı. Sarayın bu kadar yakınında (belki de sarayın bir parçası) olan bu binanın içine girdiğimde kesin emin oldum bu düşüncemden.


Mêm Zindanı:

Beni en çok etkileyen mekân da Mêm û Zîn destanında geçen, Mêm’in atıldığı zindan olduğu söylenen yapı. Bazalt dış yapıdan girince kalker bir iç yapı ile karşılaşıyorsunuz ve yuvarlak olan bu mekân düşündürüyor. Arkasında saray mekânının olması da. İç içe iki yuvarlak yapıdan oluşması ve günümüze kadar zindan olarak bilinmesi ve hatta öyle de kullanılması benim bu binanın Roma dönemi bir nevi tapınak olduğunu düşünmemi engellemiyor.


Ah Mêm, seni buraya mı hapsettiler? Burada mı zincirlere vurdular? İçimi garip bir hüzün kaplıyor...

Aslanlı Kapı:

Cizre Sarayı’nın dışarıya açılan tek kapısı. Sarayburnu Kapısı da denir, Babu’l-Mâ (Nehir Kapısı) da. Şimdilerde aslan figürlerinin üstünde olmayan bir kemer varmış içi kapalı ve örülü olan ve Gertrude Bell bunu fotoğraflamış. Günümüzde yıkılmış belli ki. Fotoğrafta gördüğünüz ve benim durduğum yer orijinal değil, dolgu taban. Kapının yüksekliği 3m olmalı belgelere bakılırsa. Kapı üstünde işaret ettiğim karşılıklı duran aslan figürleri büyük ihtimal Part sanatı örneği. Aslan bu topraklarda en eski kültürlerden beri görülen bir figür ve hakimiyet sembolü ve 19. yy’a kadar Anadolu’da aslan varlığını da biliyoruz. Her kültürde yeri var.


Belek Burcu:

Cizre Surları’nın kuzeybatı köşesinde tüm Dicle’ye hakim bir köşede dikdörtgen prizma şeklinde ve bir sıra bazalt, bir sıra kalker taştan oluşturulmuş bir burçtur. O kadar enteresan bir yapı ki, hem surlara bağlı hem de müstakil bir görüntüsü var. Sanki baş kaldıran, özgürlüğünü ilân eden bir kahraman gibi göründü gözüme. Meğerse halk için de özgürlük sembolü gibi bir şeymiş. Aklın yolu birdir.


Aslında düşünsenize: Nuh’un gemisi gibi sivri kısmı Dicle Nehri’ne bakıyor, kalenin kuzey kısmında selyaran (geminin ön kısmı) şeklinde surlar, surların kuzeydoğu bölümünün üstüne Kur’an ayetleri yazılmış olduğu söylenir ve şehre buradan girenler tüm görkemiyle surları, Belek Burcu’nu görüyorlar ve ihtişamlı Aslanlı Kapı’dan giriş yapıyorlar... Hayâl etmesi bile tüyler ürpertici bir güzellikte ama bugün tüm bu tahmin ettiğim ihtişam yok olmuş neredeyse.


Kaleden çıkıp şehirdeki mekânları da gezelim biraz.


Cizre'de çocuk olmak...


Dicle’nin muhteşem manzarası ve kalenin ihtişamından sonra biraz soluklanmak adına Cizre’nin çarşısında dolaştım. Severim ben Güneydoğu çarşılarını, mistik havasını, kokusunu. Her ne kadar Urfa ve Mardin Çarşıları kadar olmasa da yine de renkli Cizre Çarşısı.



Cizre çarşısında biraz dolaşın, ilginç insanlar ve ayrıntılar yakalayacağınıza eminim.




Çarşı’yı dolaşırsanız hazır yakınlarındayken özel İsmail Ebul-iz El Cezeri Müzesi’ni de gezmenizi öneririm. Bir Cizre evi ve ufak çaplı bir etnoğrafya müzesi. İlginç eserler var.


Benim için Cizre demek Cizre Ulucamii demektir, El Cezeri demektir.

El Cezeri'yi Mardin / Güneş Ülkesi kitabımda detaylı şekilde anlatmıştım. Oradan alıyorum hatırlatmak adına:

EL CEZERΠ

Bedî’ el-Zamân Ebû el-‘İzz İsma’il İbn el-Razzâz el-Cezerî 13. yüzyılda yaşamıştır. Aslen Mezopotamyalı, eski deyimiyle Cezîre’li veya Cizrelidir. Hayatına ilişkin olarak kitabının girişinde söylediklerinin dışında hiçbir bilgiye sahip değiliz. Buna göre, 1181’den itibaren 25 yıl boyunca Diyarbekir Sultanı Sûkman bin Artuk’un (Yönetim Dönemi: 1200–1222) ve daha önce de babasının ve kardeşinin hizmetinde bulunmuştur. 

Cezerî hava, boşluk ve denge prensiplerini kullanmak ve geliştirmek suretiyle çeşitli ibrikler, fıskiyeler, otomatlar yapmıştır. Cezerî ile otomat çalışmaları doruk noktasına ulaşmıştır.

Sûkman bin Artuk’un isteği üzerine, Makine Yapımında Yararlı Bilgiler ve Uygulamalar adlı bir yapıt kaleme almıştır.

Cezerî kitabının giriş bölümünde bu kitabı kaleme alış nedenini şöyle anlatır:

“Bir gün onun huzurundaydım ve yapmamı emrettiği şeyi getirmiştim... Ne düşündüğümü sezdi ve gizlediğimi açığa vurdu ve bana şöyle dedi. ‘Eşsiz araçlar yapmış, onları gücünle işler duruma getirmişsin. Seni yoran ve kusursuz biçimde inşa ettiğin bu şeyler kaybolup gitmesin. Benim için icat ettiğin bu araçları bir araya toplayan ve her birinden ve resimlerinden seçmeleri kapsayan bir kitap yazmanı istiyorum.’ Onun bana sunduğu modeli uyguladım ve önerilerini kabul ettim, zaten boyun eğmekten başka yapacak bir şey yoktu. Gerekli çalışmayı yapmak üzere gücümü topladım ve bu kitabı kaleme aldım.”


Sınaât el-Hiyel altı kitaptan oluşmuştur: 

Kitap I–Eşit saatlerin ve güneş saatlerinin geçişlerinin belirtildiği saatlerin yapımı üzerinedir. On bölümden oluşur. 
Kitap II–İçki partileri için uygun kap ve figürlerin yapımı üzerinedir. On bölümden oluşur. 
Kitap III–İbriklerin, kan alma teknelerinin ve abdest alma leğenlerinin yapımı üzerinedir. On bölümden oluşur. 
Kitap IV–Şekillerini değiştiren fıskiyeler ve sürekli çalan flüt için araç yapımı üzerinedir. On bölümden oluşur. 
Kitap V–Derin olmayan göllerden ve ırmaklardan suyu yukarı çıkaran araçların yapımı üzerinedir. Beş bölümden oluşur. 
Kitap VI–Değişik ve farklı şeylerin yapımı üzerinedir. Beş bölümden oluşur. 
Ne yazık ki, Ortaçağ’da yazılı belge geleneği yoktur. Bu yüzden de pek çok konuda araştırmacılar ve bilim adamları hâlâ epey zorlanmaktadırlar. Bu dönemlerle ilgili genel ve detaylı bilgileri kilise ve monastik kayıtlardan alırız. Artuk bin Sûkman iyi ki Cezerî’ye bu yaptıklarını kitap haline getirmesini emretmiştir. Yoksa tarihin derinliklerinde kaybolup gidecekti belki de bu büyük buluşlar.

Cizre Ulucamii:

Cizre Ulucamii’nin eski bir kilise üzerine yapıldığına dair bazı belgelere rastlanabilir. Mor Yuhannon Manastırı olduğu iddia edilen yapı, camiye çevrilip devamlı değişikliklerden geçerek bugünkü halini almıştır denir. Ben aslında oranın eski bir havra olduğunu düşünüyorum.


Ortaçağ’ın ünlü seyyahı İbni Batutta, Cizre’den “güzel bir çarşısı ve mahirane bir şekilde taştan yapılmış eski bir camisi vardır” diye söz ediyor.

Cizre Ulucamii’nin en ilginç fotoğraflarını bence Gertrude Bell çekmiştir. Günümüzde ne yazık ki, çok kötü bir restorasyondan geçti. Şükür ki, yeniden restore edilecek. Ben de bir şekilde bu konuya dahil oldum ucundan kenarından ve aslında 1970’lerden sonra yapılan restorasyon öncesindeki fotoğraflarının bulunması yapılacak restorasyonu kolaylaştıracak anladığım kadarıyla. Ne yazık ki, orijinal özellikleri yok edilerek (ne hikmetse?) restorasyon yapılmış. Bakalım önümüzdeki günler neler gösterecek?

Mihrap üstü kubbeli ve mekânı bölümlere ayıran hacimli sütunları dikkat çekicidir. Cami tek başına bir yapı değildir, medresesi de vardır. Cami ve medrese duvarları bazalt taştan ve kalker taştan yapılmıştır. Bu da Güneydoğu ve Suriye, Selçuklu ve Artuklu mimarî geleneğine işaret eder. Minare ise yapıdan bağımsız bir tarafta ve tuğladan örülmüştür.


12. yy ve Zengi Hanedanı dönemi camii olduğunu bildiğimiz Cizre Ulucamii, her ne kadar yüzyıllar boyunca inanılmaz ve akıl almaz değişiklikler yaşamış olsa da, Ebu’l Kasım Muizzuddin Sencerşah’ın yaptırdığı muhteşem kabartmalı bronz süslerle bezeli işlemeli kapısı ile Cizre’nin en muhteşem yapısıdır. Ulucami ana mekânına giren 7 kapının ortasındaki kapı bugün Türk ve İslam Eserleri Müzesi’ndedir.


Hikâyesi üzücüdür. Tokmaklardan biri çalınır ve Danimarka’ya gider. O andan sonra uzun bir yolculuk başlar kapı için, ta ki, o dönemin Türk İslam Eserleri Müzesi müdiresi Dr. Nazan Ölçer 1983 yılında kapıyı müzeye aldırana kadar. Ciddi akademik araştırmalar yapılır kapı, kapı işlemeleri ve tokmak üzerinde ve bunların camiden daha geç bir döneme ait olduğu ortaya çıkar. İlginçtir ki, El Cezeri’nin yaşadığı döneme tarihlenir. 

El Cezeri’nin eser ve çizimleri incelendiğinde de ortaya çıkan sonuç şudur: 

"Diyarbakır Artuklu Saray kapısı çizimlerinin, Cizre Ulucamii kapısı ve üzerindeki kompozisyonlara eş denecek benzerlikte olmaları, kezâ bronz ejderlerde görülen ‘iki ejder ve ortada aslan başı’ figürünün tıpkısı denecek bir benzerinin Ebu’l-İzz bin İsmail el-Cezeri’nin elyazmasının mekanik aletleri tasvir eden minyatürleri arasında yer alması, bilim dünyasını Cizre Ulucamii Kapısı ve Bronz Ejderlerinin de onun tarafından ve 13. yy başlarında yapıldıkları" sonucuna taşımıştır. (Dr. Ülker Erginsoy – Cizre Ulucamisi Kapı Tokmaklarının İkonografik ve Kronolojik Değeri Üzerine Bir Etüt)

Bu kapı tokmakları iki ejder figüründeki ejderler birbirlerine sırtını dönmüş, başları da dışarıya doğru bakıyor, kuyrukları birer kartal başıyla bitiyor, üstleri pullarla kaplı, sırtlarından kanat çıkıyor, aralarında bir aslan başı. Bunlar pek çok anlama gelen ama kapı tokmağı ve hele cami kapısı tokmağı olunca mistik ve koruyucu anlamlar taşıyan bir sürü şeyi sembolize ediyorlar. Bu konuyla ilgili daha sonra detaylı ve uzun bir yazı planladığım için buraya almıyorum.

Ulucami minaresi de ilginçtir. Ortaçağ camilerinden farklı olarak tabandan itibaren üzerinde bulunduğu platform haricinde üç ayrı kademede üç farklı geometrik yapıya sahiptir. Yani kare kaideli, silindirik  gövdeli ve kule tarzında yükselen bir minaredir. Kuzey cephesinde sırlı tuğlalar ve harçla Ali ismi yazılmıştır ve süslemeler mevcuttur.


Hz. Nuh Türbesi:

Denen odur ki, Tufan sonrası Hz. Nuh Cizre’ye yerleşmiş, burada ölmüş ve gömülmüştür. Gömüldüğü mekân daha sonraları havraya, sonra kiliseye, daha sonra da Arap akınları döneminde 639 yılında türbeye çevrilmiştir. Ne yazık ki burası hiç de hoş olmayan ve çirkin bir şekilde geçtiğimiz yıllarda restore (!) edilmiştir.

Abdaliye Medresesi:

Bu medrese ne yazık ki, günümüze çok iyi bir şekilde gelememiş, yalnızca birkaç yapısı kalmıştır. 1437 yılında Cizre Azizan Beyi Emir Abdullah tarafından külliye ve medrese olarak yaptırılmıştır. Açık avlulu bir medresedir. Medresenin kitabesinin medreseye ait bir bina olan Mêm û Zîn Türbesi üzerinde olması da bu türbeye verilen değeri ve önemi gösterir bence.
Ne yazık ki, bu medresenin restorasyonu da ehil olmayan ellerden çıkmış ve çok kötüdür.

Mêm û Zîn Türbesi ve Efsanesi:

Mir Abdal Medresesi’nin güneydoğu köşesindeki hücrenin altında bulunan mahzen şeklindeki oda içindedir. Bu türbede Mêm, Zîn ve Bekir’e ait üç mezar vardır.


Mêm û Zîn Cizre’de yaşanmış muhteşem bir aşk hikâyesidir ve Ehmedê Xanî’nin eserine konu olmuştur. Ehmedê Xanî 17 yy’da yaşamış ve Hakkâri doğumlu dört dilde yazabilen bir büyük şair ve düşünürdü. Kürt edebiyatının en önemli isimlerindendir. Mêm û Zîn müthiş semboller taşıyan, çok derin bir tarih destanıdır aslında.


15. yy’ın ortalarında yaşanmıştır bu olay. Botan Bey’inin kızları Zîn ve Sıtî hikâyenin kahramanlarıdır. Diğer iki kahraman ise divan vezirinin oğlu Tacdin ve divan katibinin oğlu Mêm’dir. Nevruz Bayramı kutlamalarında Tacdin Sıtî’ye, Mêm de Zîn’e aşık olurlar. Tacdin ile Sıtî evlenir ama Mêm ile Zîn’in evlenmesine Cizre Beyi’nin kapıcısı ve kahvecisi (uşağı) kötü ruhlu Bekir binbir kötülükle engel olur. Fakat aşıklar Tacdin’in sayesinde buluşurlar. Bekir, Botan Beyi’ni Mêm’e karşı kışkırtıp düşman eder. Öylesine düşman eder ki, Mêm’e karşı kışkırtır da. Pis bir tuzak kurar ve bir satranç oyunu sonunda sevdiğini itiraf eden Mêm’i Botan Beyi tutuklatıp zindana atar. Zîn kahrolur ve acı dolu günler başlar her ikisi için de. Mêm Dicle’ye bakar seslenir, Zîn muma bakar erir. Bekir fenalıklarına bir yenisini ekleyip Mêm’e Zîn’in öldüğünü söyleyince, ilâhi aşka ulaşan Mêm, acıdan ölür. Tacdin de kızgınlık içinde Bekir’i öldürür. Mêm’i gömerler, Bekir’i de ayağının ucuna gömerler. Zîn de acıdan ölür ve mezarı açıp Mêm’in yanına gömerler artık orada kavuşsunlar diye. Mêm ile Zîn’in mezarından iki bitki yükseldi, biri çamdı, biri dik bir selvi, birbirlerine dolandılar. O hayırsızın (Bekir) mezarından da ardıç bitti. Her iki ağaca yetti, kavuşmalarını engelledi.

Kırmızı Medrese:


Cizre Azizan Emiri II. Şeref Han (Han Şeref – Şeref Bin Bedreddin) tarafından 16. yy’ın başlarında yaptırılmıştır. Bazalt taş ve dört köşe kare kırmızı tuğlalarla yapılmış ve Cizre’ye özgü mimarisi ile çok hoş bir yapıdır. Açık avlulu medrese örneklerindendir. Medresenin etrafındaki odalar dersliklerdir ayrıca mescidin güneyinde bulunan bodrum katındaki türbede Ahmed-i Cezeri gömülüdür. 1570 yılında Cizre’de doğmuştur. Botan aşiretindendir, halk arasında Mela-yı Ciziri diye anılır, şair lakabı da Nişani’dir. Mutasavvıf ve şairdir. Zaten Kırmızı Medrese de Cizre’nin tasavvuf alemine açılan kapısı ve şiirin mabedi olarak bilinir. Medrese Cizre’nin batısındaki sur duvarlarının üstüne yapılmıştır. Türbede ayrıca Cizre emirinin ailesine ait altı mezar daha vardır. Türbe içten sekizgen şeklinde ve ters kubbelidir ve bir örneği daha yoktur.

Sanırım artık Cizre'nin tepelerinden Cudi Dağı'na bakmanın ve güneşi batırmanın zamanıdır. Akşam da yapılabilecek en güzel şey, Dicle kıyısında bir çay içmek dostlarla... Çünkü artık Cizre'den, Şırnak'tan Siirt'e doğru yola koyulmanın zamanıdır...


(27 Mayıs 2014 tarihli yazımdır)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder