2 Eylül 2016 Cuma
26 Ağustos 2016 Cuma
Az Bilinenler - 1:
Bergama
Kent Dağı’ndaki tiyatro antik kentin ilk tiyatrosudur. Dağın batı yamacında,
yaz aylarında bile çok sert esen rüzgârlardan korunmak amaçlı yapılmış olmalı.
Boş
bir alana değil de bir dağın yamacına yapıldığı için, seyirci bölümü(cavea)
mecburen yamacın şekline uydurulmuş, teknik nedenlerle çok geniş tutulmamıştır.
Oturma planında ve orkestra bölümünde bazı düzensizlikler bundandır.
Tiyatronun
altında 15m eninde, 250m uzunluğunda, şarap ve tiyatro tanrısı Dionysos’a ait
tapınak kalıntısı ile biten bir teras vardır.
Tiyatro,
tapınak ve teras bir bütündür. Teras tiyatronun zorlu girişlerini rahatlatmak,
özellikle de geçici sahne kurabilmek amacıyla yapılmıştır.
Tiyatro
sahnesi 3 yapı dönemi geçirmiştir. Büyük ihtimalle ilki şehri en görkemli
haline getiren II.Eumenes dönemi (MÖ197-159), sonra Geç Helenistik ve Erken
Roma dönemleri.
10.000
kişilik bu tiyatro arazi konumu nedeniyle Anadolu’daki en dik tiyatrodur.
Sıraları mermer değil andesit-tüftür. Bazı sıralar isim yazılarak
işaretlenmiştir. Büyük ihtimalle Roma döneminde tiyatroya 2 şeref locası
eklenmiştir.
Aşağıdaki
terasta sabit olmayan bir sahne binası bulunduğunu hayal edin. Helenistik Çağ
mimarlığı fenomenidir. Doğal konum nedeniyle ve sahnesiz tiyatro olamayacağı,
sabit bir taş bina da terası bozacağı için oyunlar oynandığı sürece malzemesi
tiyatro terasının galerilerinde depolanan ahşap bir sahne binası kurulurdu.
Terasta bazı oyuklar vardır, bunlara ahşap direkler yerleştirilirdi. Oyun oynanmadığı zamanlarda ise bu dört köşe yuvalara kapak olarak bir taş plaka konur ve teras düzleştirilirdi. Dionysos tapınağının önünü kesmemek de önemli. İlk dönemi çok sade, 2. dönemi ise çok gösterişli olmalı sahne binasının. Eğreti binalar hayal etmeyin, sanatçılar muhteşem şeyler çıkartıyorlarmış.
Bu sahne kurup kaldırma durumu tiyatro oyunları aşağı
kentteki imparatorluk tiyatrosunda oynanmaya başlayana kadar sürmüştür.
14 Nisan 2016 Perşembe
Şanlıurfa - Göbeklitepe - Harran - Halfeti
Mezopotamya’nın yakışıklısı Fırat ve güzeller güzeli Dicle.
Her ikisi de Anadolu’dan alır kaynağını ve güneş bu toprakların bağrını cayır
cayır yakarken onlar gürül gürül ve kıvrım kıvrım akar, Basra Körfezi’ne
dökülmeden kavuşacakları anın heyecanıyla bereketi getirirler ovalara.
Güneydoğu’ya ayak bastığınız an artık kadim
topraklardasınız. Dünyanın en eski yerleşimlerinin olduğu, en eski çağlardan
günümüze kesintisiz bir şölen misali gelip, Anadolu’nun kaderini belirleyen tüm
uygarlıklara ev sahipliği yapmış olan ve insanoğlunun kesintisiz yaşadığı kadim
topraklarda.
Şanlıurfa, Güneydoğu’nun gizemli ve güzel şehirlerinden
biridir. Herkes Şanlıurfa’yı meşhur Balıklıgöl ile tanır. Urfa kalesinin
ayaklarının dibindeki bu göl, inanışa göre Hazreti İbrahim’in ateşe atıldığında
düştüğü yer olarak kabul edilir. (Her ne kadar tarihi gerçekler Hazreti İbrahim
ile Kral Nemrut’un aynı dönemde yaşamadığına işaret etse de, anlatılan efsane
yine de son derece çekicidir.) Urfa Kalesi Hazreti İbrahim’in ateşe atıldığı, bugünkü
Balıklıgöl ateşin yandığı ve kaleden atıldığı yer, Hazreti İbrahim Makamı
olarak adlandırılan ve Halil-ül Rahman Camii’nin batısına bitişik, tek kubbe
ile örtülü mekân da ateşe düştüğü yer olarak kabul edilir.
Halil-ül Rahman Camii’nin yerinde Bizans döneminde 6.
yüzyılda yapılmış bir kilise olduğunu söylüyor kaynaklar. Zaten çan kulesi hâlâ
çok bariz bir şekilde görülüyor.
Balıklıgöl’ün suyu Hazreti İbrahim düştüğünde suya dönüşen ateş,
Balıklıgöl’deki balıklar da ateşi yakmak için toplanan ve yığılan odunlar
olarak kabul görürler.
Aynalı sazan denen bu balık türünün bir tarafı gerçekten
de yanık gibidir. Şanlıurfa’da kutsal kabul edilirler. Balıklıgöl’deki bu
balıklar özel bir yemle besleniyorlar. Onları beslemek ve fotoğraf çekmek
isterseniz mutlaka gölün kenarında satılan bu yemlerden vermeniz gerek. Balıklara
yem vermek büyük keyif, ancak yalnızca Balıklıgöl’dekilere değil, kanallardakilere
ve Ayn Zeliha gölündekilere de verin. Zeliha rivayete göre Kral Nemrut’un
kızıdır ve Hazreti İbrahim’e aşık olan ya da onun inancını kabul eden Zeliha,
İbrahim’in ateşe atıldığını görünce o da arkasından atlar ve onun düştüğü yerde
de bir göl oluşur. Bu göle Ayn Zeliha
denir.
Yine rivayete göre Hazreti İbrahim’i kalenin olduğu
yükseklikten bir mancınıkla atarlar. Halk arasında kaledeki iki sütunun bu
mancınıklar olduğu iddia edilse de, o sütunlar Edessa Krallığı döneminden
kalmadır, Kral Aftuha tarafından karısı kraliçe Şalmeth için yapılmıştır ve
üzerindeki yazıtta da bu belirtilmiştir.
Her ne kadar din bilimciler kabul etmese de, Hazreti İbrahim’in
burada doğduğuna, onun Nemrut’la mücadelesinin ve ateşe atılma olayının burada
gerçekleştiğine inanılır. Lut Peygamber amcası İbrahim’in ateşe atılışını
görmüş ve buradan Sodom’a gitmiştir, İbrahim’in torunu ve İsrailoğulları’nın
atası Yakup Peygamber, Harran’da evlenmiştir. Eyüp Peygamber mağarada hastalık
çekip ölür, Elyasa Peygamber Eyüp Nebi köyüne kadar gelir. Şuayb Peygamber
Şuayb şehrinde yaşamıştır, Musa Peygamber Şuayb Peygamber ile Soğmatar’da
buluşur. İsa Peygamber, Urfa Kralı Abgar’a mektup yollar, Urfa Hazreti İsa
tarafından kutsanmıştır. İşte tüm bu hikâyeler de Şanlıurfa’yı “Peygamberler
Şehri” yapar haliyle.
Aslında bulunduğu yer açısından da çok şanslıdır Urfa.
Anadolu ve Mezopotamya’nın kesiştiği noktada, “Bereketli Hilâl” diye
adlandırılan bölgededir. Bu da onun tarih boyunca kesintisiz iskân edilmiş
olmasına ve her iki kültür arasında köprü vazifesi görmesine sebebiyet vermiş
ve çok önemli bir kavşak konumuna getirmiştir.
Urfa’nın Haleplibahçe Mahallesi’nde, yani hemen Balıklıgöl’ün
yanında 60.000 m2’lik alanda Arkeoloji Müzesi, Arkeopark ve Edessa Mozaik
Müzesi’nden oluşan, Türkiye’nin en büyük müze kompleksi gurur veriyor. Özellikle de Paleolitik çağdan başlayıp günümüze kadar gelen labirent yapısıyla, içindeki sayısız eser ve sunumla müthiş bir müzemiz var artık. Ciddi bir zaman ayırmak gerekiyor.
Şanlıurfa Müzesi’nde bilinen en eski insan heykeli ile
karşılaşıp soluksuz kalmaya hazır olun. Yol inşaatı sırasında Urfa’nın
merkezinde çıkan ve M.Ö. 9500’lere tarihlenen bu heykelin neden ağzı yok,
gözlerindeki obsidyenler nereden gelmiş gibi sorularınıza cevap arayarak ve ören yerinde içine girmenizin mümkün olmadığı D Tapınağı'nda dolaşarak Göbeklitepe geziniz için de bir ön hazırlık yapmış olacaksınız.
Antik çağda bir süre Edessa’dır Urfa’nın adı. Müzenin tam
karşısında doğal kayalara oyularak oluşturulmuş mezarlar vardır. Bu mezarlarda
da Krallık Dönemi Edessa mozaikleri ele geçmiştir. Her ne kadar Edessa’nın
mezarlık alanları evlerin altında kalmış da olsa bazı yerlerde bu mezarlara ait
örnekler görülebilir. Şimdilerde kentsel dönüşüm çalışmaları sebebiyle ciddi
sayıda mezar ortaya çıktı. Aslında şehrin mezarlık alanı 1950’li yıllarda talan
edilmiştir ne yazık ki. Mozaiklerin az kalan örneklerini müzede görmek mümkün.
Hazreti İbrahim’in doğduğu varsayılan mağara da inanç
turizmi açısından önemini günümüzde sürdüren bir yer. Kalenin eteklerindeki bu
mağarayı ziyaret edebilir, civarın bu gibi mağaralarla dolu olduğunu düşünüp
şehrin binlerce yıllık tarihini belki hayal edebilirsiniz.
Güneydoğu’nun çarşı ve pazarları çok renklidir. Yüzyıllar
boyu en önemli yolların birleştiği kavşakta olan Urfa, her zaman çok büyük bir
ticaret kenti olmuştur. Çarşıları da zaman içinde bugünkü şeklini almış ve
kervan yollarının en özel çarşılarından birine ev sahipliği yapmıştır.
Günümüzde de hâlâ en renkli çarşılar Urfa çarşılarıdır.
Urfa çarşılarının hanları da bir başka renklidir, ilginçtir.
Arayıp bulmak ve bulunca da içine girip bakmak gerekir. En ilginci ve en güzeli
hiç şüphesiz Gümrük Han’dır. 16. yüzyılda yapılmış olan bu handa bir mırra ya
da çay içmeden olmaz. Çarşının renkli labirentinde kaybolmanın keyfini çıkartıp
dolaşın gönlünüzün istediği kadar. Bedestendeki renk renk kumaşlardan,
bakırcılara, kuyumculara, terzilere bol bol fotoğraf çekebileceğiniz ilginç
görüntüler çıkacak karşınıza.
Urfa’nın olmazsa olmazı tabii ki sıra geceleri. Eski bir
gelenek olan bu sıra geceleri pek turistik bir hal alsa da, yine de çok ilginç.
Aslında esnafın eski Ahilik geleneğinden gelen hoş bir kültür mirasıdır sıra
gecesi. Her hafta birinin evinde yapılan bir nevi yardımlaşma, dayanışma gibi
bakabilirsiniz bu olaya. Kazancı Bedih ile meşhur olan bu gelenek turizmden
ciddi anlamda payını alıyor. Mutlaka yaşanması gereken bir olay. Urfa
sanatçılarının, türkülerinin, yemeklerinin ve tabii çiğ köftenin konuğu
olacaksınız böyle bir gecede.
Harran bambaşka bir dünya. Şehri çevreleyen 4 kilometrelik
surları, Halep Kapısı, uzakta görünen Harran Höyük ve Harran Ulucamii’nin
muhteşem minaresi ile karşılar sizi. Yapılan kazılardan çıkan buluntular M.Ö.
6. binlere kadar götürüyor bilgilerimizi. Müthiş bir kent. Aslında kazı
çalışmaları devam etse daha eskilere gider tarihi, Anadolu’nun her yerinde
olduğu gibi. Harran’ı Urfa’dan ayıran en önemli özellik, Moğol istilasından
sonra kentin terk edilmiş olmasıdır. O dönemden sonra zaten önemini de yitirmiş
gitmiştir. Halbuki Harran yalnızca yolların kavşağında olması nedeniyle önemli
değildir. Çok eski çağlardan beri orada müthiş eğitim kurumları olması önemini
yükseltir.
Bazı tarihçilere göre Harran Üniversitesi dünyanın ilk
üniversitesi olarak kabul edilse de, Süryani kaynaklarına göre bu Urfa
Akademisidir. Urfa Akademisi 2. yüzyılda kurulmuş ve 5. yüzyılın sonlarına
kadar faaliyet göstermiştir.
Emeviler döneminde II. Mervan’ın şehri ihya etmesiyle en
şaşaalı devirlerinden birini yaşar Harran. Harran Üniversitesi önemli bir
merkezdir. Harran höyüğün alt kısmında yerinde eskiden bir kilise bulunan ve
yine II. Mervan döneminde yaptırılmış olan, kalıntıları bile nefes kesici
güzellikte olan Harran Ulucamii vardır.
Özellikle de minaresinden geriye kalanlar çok etkileyicidir.
Bir de daha eskilere gittiğimizde Harran’da bir Sin Tapınağı
olduğu bilgisiyle karşılaşırız. Ay Tanrısı Sin’e adanan bu tapınakta Sin ve
Güneş Tanrısı Şamas şahit tutularak, Hitit Kralı Şuppiluliuma ile Mitanni Kralı
Mativaza arasında bir anlaşma imzalanmıştır. Bu tapınağın yeri hiç
bulunamamıştır. Kimine göre Ulucami’nin olduğu yerde, kimine göre de surların
hemen yanında bulunan ve tarihi Hitit’lere kadar geri giden İç Kale’nin
altındadır.
Harran’ın bir başka özelliği de bindirme tekniğiyle yapılmış
külâh biçimindeki konik kubbeli evlerdir. Bu evlerin çoğu 150-200 senelik olup
hepsi koruma altındadırlar. Bu evlerin iki tanesi günümüzde turistik amaçla
ziyaret edilebiliyor. Burada yemek yemek, çay içmek ve manzarayı seyretmek
büyük bir keyif.
Urfa’nın merkezine 15 km uzaklıkta dünyanın en çok ilgi
çeken kazı alanı var: Göbeklitepe. 90’lardan bu yana Alman Arkeoloji Enstitüsü, geçtiğimiz zaman diliminde ne yazık ki genç yaşında ve en verimli döneminde kaybettiğimiz Prof. Dr. Klaus Schmidt başkanlığında kazılıyordu burası.
Gerçi Göbeklitepe'nin keşfi çok
daha eskilere dayanır ama kazılması günümüze kalmış. İyi ki de öyle olmuş, o dönemin
teknolojileri ve bilgileri bu tarzdaki Neolitik kazıları için oldukça yetersiz
kalacaktı ve belki de bugün ulaştığımız bilgilere ulaşamayacaktık.
Göbeklitepe ziyaretinizin ardından evreni, dünyayı ve hayatı
sorgulamaya hazır olun!
GöbekliTepe’de yapılan kazılarda tapınak oldukları düşünülen,
T biçimli dikilitaşlarla döşenmiş yapılar ortaya çıktı. Bu bugüne kadar
görülmemiş bir mimari stili idi ve arkeoloji dünyasını çok heyecanlandırdı. Şematize
edilmiş insan biçimli ve üzerleri değişik figürlerle bezeli, ilginç ayrıntılara
sahip dikilitaşlarla dolu bu yapılar, belli süre sonra içleri bilinçli olarak
toprakla doldurularak kapatılmış ve yenileri inşa edilmiş.
Bu yapıların karşısında soluğunuz kesiliyor. Nasıl bir iş
gücü, nasıl bir gayretle yapılmış olduklarını kavramak oldukça zor. Bu taşların
hepsinin metalin ve yazının olmadığı bir dönemin, yontma taş teknolojisi ile
yapılmış taşlar olduğu hatırlanınca karşılarında nefes almakta bile zorlanıyor
insan.
Göbeklitepe, arkeoloji dünyasında bir yandan kavramsal
tartışmalara yol açarken bir yandan da bugüne kadar bilinenleri yeniden değerlendirmemize
neden olmuştur. Örneğin önceleri tarımın yerleşik düzene geçişte, kentlerin
ortaya çıkışında, yani uygarlığın temelinde başrol oynadığı düşünülürken,
Göbeklitepe’nin keşfi ile birlikte temel itici gücün kutsal alanlar olabileceği
fikri önem kazanmaya başladı.
Büyük ihtimalle uygarlığımızın temelinde tapınaklar vardı,
önce kutsal alanlar ve sonra kentler kuruldu. Belki de yılın belli dönemlerinde
avcı toplayıcı topluluklar burada bir araya gelerek dini ritüeller
gerçekleştiriyorlardı.
Göbeklitepe’de daha kazılmamış 20’ye yakın bu tarz yapı
toprak altında. Bölgede ve çevrede değişik pek çok yerleşim yerinde benzer
sembolik ögeler bulunması da, geniş bir coğrafyada paylaşılan bir inanç
sisteminin varlığı olabilir.
Şanlıurfa’nın Fırat Nehri kıyısındaki ilçesi Birecik’te
mutlaka “Birecik Kelaynak Üretim Çiftliği”ni ziyaret edin. Nesilleri tükenme
tehlikesiyle karşı karşıya olan kelaynak kuşlarını görün, kelaynaklar ve
yörenin diğer hayvanları hakkında bilgi alın. Üretim çiftliğinden ayrıldıktan
sonra, doğaya karşı daha duyarlı olmak adına neler yapabileceğinizi planlıyor
olacaksınız.
Zamanınız varsa Şanlıurfa’nın bir diğer ilçesi Halfeti’yi de
mutlaka görmelisiniz.
Türkiye’deki dokuz slow cityden (yavaş şehir) biri olan ve
siyah gülleri ile bilinen Halfeti ne yazık ki, Birecik Barajı’nın suları
altında kalan bir yer aslında.
Fırat Nehri’nin üzerindeki barajlar meselesi tartışma
götürür. Urfa’da olduğunuz müddet zarfında her yerde karşılaştığınız sulama
kanalları, Türkiye’de elektriği stabilize etmek ve GAP bölgesini sulamak
amacıyla düşünülmüş bir baraj olan Atatürk Barajı’na aittir. Hâlâ tamamlanmamış
olan bu projenin ilk yıllarında yapılan yanlış sulama nedeniyle tuzlanan
topraklar, göç vermek zorunda kalan Urfa, iklim değişikliklerinin ve rutubetin
oluşması nedeniyle zarar gören ağaçlar, büyükbaş hayvanlarda baş gösteren ve
literatürde bile olmayan hastalıklar ve özellikle de bu barajın yapım
aşamasında pek çok önemli eski yerleşimin sular altında kalması, kurtarma
kazıları için tanınan sürelerin yetersizliği gibi faktörler bu projeleri masaya
yatırma gereğini doğuruyor. Özellikle de Nevali Çori gibi Neolitik
yerleşimlerin suyun altında kalması, bugün insanlık tarihine ışık tutacak çok
önemli bilgilerin yok olmasına neden olmuştur.
Halfeti’de yapılan araştırmalar oranın da binlerce yıllık
tarihe sahip olduğunu gösterir. Birecik Barajı nedeniyle sular altında kalmadan
önce bağlık bahçelik ve çok güzel bir yerdi. Halfeti 20. yüzyıl başında Antep,
Birecik ve Urfa’ya odun, kömür ihraç edermiş.
Bugün Halfeti’ye geldiğinizde Slow City tabelası sizleri
karşılıyor ve orada durup yemyeşil bir suya tepelerden şöyle bir bakınca, eski
halini bilmiyorsanız aslında oldukça güzel bir manzarayla karşılaşıyorsunuz.
Suyun kenarındaki dubalar üstüne kurulmuş restoranlarda
yemek yemek ve mutlaka bir tekne turu yapmak buranın olmazsa olmazıdır. Vaktiniz
varsa Halfeti’de biraz yürüyüp, günümüze kadar gelebilmiş olan güzel evlere,
sokaklara bir göz atmak keyifli olabilir.
Tekne sizi sular altında kalmış ve minaresi gözüken Savaşan Köyü’ne götürürken
yolda Rumkale’yi de görüyorsunuz Merzimen Çayı’nın Fırat Nehri’ne döküldüğü dik
kayalıklar üzerinde. Stratejik konumu nedeniyle Asur Kralı III. Salmanassar’ın
zaptettiği “Şitamrat” burası olsa gerek.
Rumkale’nin önünden geçerken hayallere dalacak ve 1838
yılında burayı ziyaret eden general Moltke’nin “kayalığın nerede bittiğini,
insan eserinin nerede başladığını söyleyebilmek çok zor” sözlerine hak
vereceksiniz.
Böyle bir gezinin sonunda evreni, dünyayı ve hayatı
sorguluyor olacaksınız ve bu gezi hayatınızın en güzel anılarından biri olarak
kalacak aklınızda.
(2014 yılında yazmış olduğum bir yazımın 2016'da güncellenmiş halidir.)
(2014 yılında yazmış olduğum bir yazımın 2016'da güncellenmiş halidir.)
Etiketler:
Anadolu,
Birecik,
Fırat,
Gezi,
Güneydoğu,
Halfeti,
Harran,
Kelaynaklar,
Mezopotamya,
Urfa
10 Şubat 2016 Çarşamba
İki Yalnız Örnek Köy (3)
Yesemek…
Gaziantep’in İslâhiye ilçesine bağlı bir köy. Bu köyün içinde Eski Önasya Dünyası’nın bugüne kadar saptanmış en büyük heykel atölyesi bulunuyor. Eşi benzeri yok.
19. yüzyılın sonlarında keşfedilen Yesemek daha sonraları değişik dönemlerde Prof. Dr. U. Bahadır Alkım, İlhan Temizsoy gibi önemli isimler tarafından kazılıyor. Bu kazı ekiplerinde Refik Duru gibi önemli isimler de var.
Aslında Yesemek civarı oldukça enteresan. Civarda 50 höyüğün varlığından haberdarız. Tilmen Höyük gibi tanıtımı ve düzenlemeleri yapılsa, Kültür Turizmi açısından Türkiye’ye epeyce fayda sağlayacak olan yerler birkaç kilometre uzağında.
Yesemek aslında oldukça enteresan ve şanslı bir yer ama kimse ilgilenmiyor.
OPET Dara için yaptığı şeyi burada da uyguladı bir dönem. Bakın ne diyor:
Gaziantep’in Yesemek Köyü de “Örnek Köy” kapsamına alınan bir diğer bölgedir. Yesemek Açık Hava Müzesi’nde eserler üzerinde doğanın tahribatını engelleyecek çalışmalar gerçekleştirildi. Bunun yanı sıra, toprak tarafından kısmen örtülmüş ve yıkılmış heykeller kaldırılarak, ziyaretçilerin Açık Hava Müzesi’ni rahat gezmesini sağlamak üzere teraslar oluşturuldu.
Hatta dahası var. Sit alanı çitlerle çevrilip, heykellerin düzenlemesi yapılınca epeyce bir nefes aldı ve rahatladı Yesemek zamanında. Hatta girişin olduğu noktaya OPET tuvaletleri, park yeri ve bir kahve yapıldı. O kahvede insanlar soluklanabiliyor, ziyaret öncesi ve sonrası çaylarını, kahvelerini içerken Yesemek kitaplarından ve Yesemekli kadınların el emeği göz nuru işlerden alabiliyorlardı.
Bu projenin bir başka ayağı da, geçimi ağırlıklı olarak tarımdan olan bu köyün biber tarlalarının doğru kullanımı, halkın hakettiği kazancı sağlamasıydı. Biberler doğal ortamda yetişiyor.
Yesemek’in yanında Tahtaköprü Baraj Gölü var. O dönem hatırlıyorum, flamingoların geri gelmesi için bir proje üzerinde çalışıyorlardı.
Tüm bunlar oldukça hoş geliyor kulağa.
Dara ve Yesemek’in bu proje kapsamına girmelerinin ve ilk olmalarının nedeni çok basit aslında: Her ikisi de Türkiye’de her geçen gün azalan köylere son derece güzel birer örnek. Bölgelerinin karakteristik özelliklerini taşıyan gerçek köylerdir bunlar.
Bugünlerde aynen Dara’da olduğu gibi Yesemek’te de içim burkuluyor.
Projenin tabelası ve tuvaletleri dışında kalan bir şey yok.
Su sorunu olduğu için tuvaletler genelde susuz. Mutlaka yolda tuvalet ihtiyacını halletmek gerekiyor ziyaret öncesi ya da sonrasında.
Artık çay ve kahve dışında bir şey bulmak da mümkün değil. Ne kitap var ne de el işi bebekler, ahşap çalışmalar, danteller.
Yesemek ören yerinin de pek iyi durumda olduğunu söylemek doğru olmaz. İyi bir bakım gerekiyor, elden geçmesi lâzım. Burası muhteşem bir yer.
Son gittiğimde duyduğum şey dudağımı uçuklattı.
Tahtaköprü Barajı’nın suyunun 12 metre yükseltilmesi planlanıyormuş.
Bu ne demek biliyor musunuz?
Köyün tüm tarlalarının ve alt kısmının sular altında kalması demek.
Ne yapacak bu insanlar? Nedir bu baraj hastalığı? Üstelik de son derece lüzumsuz bir iş.
***
Tilmen Höyük ve Yesemek aslında turizm açısından inanılmaz önemli. Hiç sevmediğim bir şey geliyor aklıma. Söylemekten hep imtina ettiğim ve gerçekten düşünmek bile istemediğim bir şey:
Buralar başkalarının elinde olsaydı ne haldeydi kim bilir?
Ne yazık ki gerçek.
Aklımdan onlarca fikir ve proje geçiyor ama kim dinleyecek, kim uygulayacak?
***
Ben buradan (işe yarar mı yaramaz mı bilemem) OPET’e çağrıda bulunmak istiyorum.
Gelin Dara ve Yesemek’in Örnek Köy Projelerini yeniden ele alın.
En azından oraları yalnız bırakmayalım.
Ben elimden geleni yapmaya hazırım.
(29 Kasım 2013 tarihli yazımdır)
(29 Kasım 2013 tarihli yazımdır)
Etiketler:
Anadolu,
Gaziantep,
Gezi,
Güneydoğu,
Mezopotamya,
Müze,
Yesemek,
Yol Notları
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)